Erdil Yaşaroğlu: Sanatçının derdi sorunu göstermek, çözmek değil

Karikatürist ve heykeltıraş Erdil Yaşaroğlu’nun ikinci kişisel sergisi ‘Transatlantik’, Alexandre Vallaury Binası’nda sanatseverlerle buluşmaya devam ediyor. 30 Ocak’a kadar ziyarete açık olan ‘Transatlantik’ sergisinde Erdil Yaşaroğlu’nun imzasına dönüşmüş tanıdık formları, olan taş, bronz ve ahşap ile buluşuyor.

Erdil Yaşaroğlu’yla karikatür hayatını, telif davalarını ve ‘Transatlantik’ sergisini konuştuk.

Erdil Yaşaroğlu. Fotoğraf: Barış Acarlı

İlk olarak karikatürle başlayalım istiyorum. Çizerliğe nasıl başladınız, hikayesini anlatabilir misiniz?

Her çocuk gibi, okuyup yazmayı öğrenmeden önce resim yaparak kendimi ifade etmeye çalışıyordum. Okumaya başlayınca, çizgi romanlar sayesinde çizginin konuşabildiğini öğrendim. Bir adam resmi var karede—tepesinde bir konuşma balonu—bana bir şeyler anlatıyor. Harikaydı! Nefis maceralar ve hikayeler yaşıyordum. Ben de bundan etkilenip, çizdiğim resimlerdeki bütün her şeyi konuşturmaya başladım. Sadece insanları değil ağaçları, evleri, eşyaları bile. Ama komik değillerdi. Çünkü karikatür ne bilmiyordum. Sonra kuzenim Varol’un (Yaşaroğlu) karikatür çizdiğini fark ettim. Bunlar da konuşma balonlu resimler ama okuyunca gülüyorsun. Komik. Karikatürdeki insanlar da, hayvanlar da, eşyalar da komik. Yamuk yumuk, neşeli. Bayılmıştım bu duruma. Her şey böyle başladı.

‘TEKSAS, TOMMİKS, TARKAN, ÖRÜMCEK ADAM, TENTEN… HEPSİ ARKADAŞLARIMDI’

Her karikatüristin bir ustası olduğu söylenir. Sizin ustalarınız, etkilendiğiniz karikatüristler var mı? Çizimleriniz nasıl ortaya çıkıyor?

Çocukken tabii ki Varol’dan ve sarı mizah dergilerimizdeki çizerlerden çok etkilenmiştim. Gırgır, Fırt, Çarşaf… Sonra o dönemin çocuk dergileri. Nefis çizgi romanlar olurdu. Tabii ki Teksas, Tommiks, Conan, Tarkan, Mandrake, Tom Braks, Örümcek Adam, Tenten, Asterix, Pıtırcık… Hepsi benim arkadaşlarımdı. Hayatımda çok etkileri vardır. Çok şey öğrendim onlardan. Sürekli bir şeyler çizdikçe, yavaş yavaş onlardan kopup, kendi çizgimi ve kendi mizahımı bulmaya başladım.

Penguen’in ilk kurulma dönemlerini anlatabilir misiniz?

Selçuk Erdem, Metin Üstündağ ve Bahadır Baruter ile bir araya gelip kendi dergimizi yapmaya karar verdik. Komik, farklı, siyasi ve sosyal duruşu daha bizi yansıtan bir dergi yapmak istiyorduk. Aylarca çalıştık üstüne. Nasıl bir dili, nasıl bir derdi olmalı diye. İsmini Penguen koyduk. Bayrağı olmayan topraklarda yaşayan bu sevimli canlıyı seviyorduk. Selçuk da logomuzu çizdi. Uçamayan bir kuş ama kendine Leonardo kanatları yapıyor. Hayalleri var. İmkansıza inanmıyor. Bize benziyordu.

Telif davalarının ardından gelen linçler hakkında bir yorum yapmak ister misiniz?

Evimize hırsız girdi, “Hırsız var!” diye mahalleye koştuk, yardım istedik. Mahallelinin bir kısmı hırsızın yalanlarına inandı ve bizi dövmeye çalıştı.

Fotoğraf: Barış Acarlı

‘HEYKEL İLE BAĞIMI HİÇ KOPARMADIM’

Üniversitede heykel bölümünde okumuşsunuz. Heykeltıraşlık kariyerinizin başlangıcını anlatabilir misiniz?

Aslında o da çocukken başladı. Kendi oyuncaklarımı yapmaya bayılırdım. Ağaçtan, kilden, kartondan. Yokluktan değil, kimsede olmayan oyuncaklar istediğimden, hayalimdekileri oyuncakçıda bulamadığımdan. Okula başladım, otomatik kurşun kalemlerimi, dolmakalemlerimi kesip biçip biricik hale getiriyordum. Sonra büyüdüm ve Mimar Sinan Üniversitesi Heykel Bölümü’ne birincilikle girdim. Bunu hava atmak için söylemiyorum çünkü sonuncu çıktım. Kendi sınıfımdan, 13 sene sonra, en son ben mezun oldum. Okula girdiğimde kitapları olan profesyonel bir karikatüristtim. Ayrıca televizyon için programlar hazırlıyorduk. Bunlar çok vaktimi aldığı için biraz zor gidebiliyordum okula. Ondan uzadı. Yoksa heykel ile bağımı hiç koparmadım. Sadece az yapıyordum. Senede bir iki tane. Çünkü karikatür hikaye anlatma isteğimi fazlasıyla tatmin ediyordu o zamanlar. Sonra yavaş yavaş heykel ile anlamak istediğim hikayelerimin sayısı artmaya başladı ve on beş sene kadar önce atölyemi kurarak düzenli üretmeye başladım.

Heykelleriniz nasıl ortaya çıkıyor? İlham aldığınız sanatçılar var mı?

İlk fikirle doğuyor her şey. “Ne anlatacağım?” sorusuyla başlıyor. Bu senin amacın. Heykel ise bir araç. Hikayene göre malzemeni, boyutunu, yerini seçiyorsun. Sonra da nasıl üreteceğini buluyorsun. Buluyorsun çünkü her biri apayrı bir üretim süreci. Dünya üzerinde daha önce olmayan bir şey üretmeye çalışıyorsun ve bu güzel bir oyun; zorlukları olan ve bu süreçte bir sürü şey öğrendiğin. Eskiden bilgi kısıtlıydı. Kütüphaneye gider, kitaplar dergilerden sanat dünyasını takip ederdin. Şimdi bilgi her yerde. Japonya’nın gettolarından, Brezilya’nın kırsalına kadar binlerce sanatçıyı takip edebiliyorsun.

‘HER BİR HEYKELİN FARKLI BİR HİKAYESİ, DERDİ VAR’

Heykellerinizin arkasında yatan hikayeler neler, izleyiciye ne anlatmak istiyorsunuz?

Her birinin farklı bir hikayesi, derdi var. Bazıları karanlık tarafımızı, yanlışlarımızı ortaya çıkartıyor, bazıları ise güzelliklerimizi. Kötüye işaret etmek ve iyiyi yaymak için kullanıyorum onları. Sanatçının derdi sorunu göstermek, çözmek değil. Onu çözebilecek insanları harekete geçirmek. Ayrıca, güzellik ve neşe kendini yayan şeyler. Onlara ihtiyacımız var. Ben bu iki yoldan gitmeyi seviyorum.

Fotoğraf: Barış Acarlı

Heykellerinizde hangi malzemeyi kullanıyorsunuz? Kullandığınız malzemeye nasıl karar veriyorsunuz?

Akademi’de okurken taş atölyesindeydim. Elde murç ve madırga, vura vura mermeri oyarak heykel yapmayı öğrendim. Biraz da kaynak yapmayı, ahşap kesmeyi, bronz dökmeyi. Sonradan ise internetten izleye izleye yeni teknikleri öğrendim. Reçineleri, silikonları, teknolojik malzemeleri, CNC oyma robotlarını ve 3D yazıcıları kullanmayı. Şimdi Transatlantik sergisinde çok çeşitli malzemeler ve tekniklerle anlatılmış yeni hikayeler göreceksiniz.

‘HER BİR ÇALIŞMA SİZİ AYRI BİR YOLCULUĞA ÇIKARTACAK’

‘Transatlantik’i izleyicilere nasıl anlatırsınız?

Gri ve karanlık heykellerin yanında renkli ve neşeli olanların da olduğu otuza yakın çalışma var bu sergide. Her biri sizi ayrı bir yolculuğa çıkartacak. Okyanus gibi derinlere indikçe, daha karanlık hikayelere götürecek ama çıkarken mutlu olacağınızı söyleyebilirim. Transatlantik aynı zamanda sergideki en büyük heykelin adı.

İlk serginiz Bomontiada’da gerçekleşmişti. İkinci kişisel serginiz ‘Transatlantik’ ise Alexandre Vallaury Binası’nda sergileniyor. Eserleriniz ve mekanlar arasında bir bağlantı var mı?

Bomontiada bahçeleri, avluları, çatıları ve kapalı mekanları ile çok büyük bir mekandı. Oyun’da buranın hemen her yerine, çatılar dahil, heykeller yapmıştım. Çok büyük işler de vardı, çok küçükler de. Oranın iyi yanı, kamusal bir alan olduğu için zaten bir trafiği olmasıydı. Zor yanı ise, heykelle hiç ilgisi olmayan insanların da senin işlerinle karşılaşıyor ve tepki veriyor olması. Ben bunu çok seviyorum ayrı. Benim için heyecanlı bir mücadele bu. Orası büyük ve karışıktı, heykel sergilemek için zorlayıcı bir mekandı. Harika oldu. İlgi inanılmazdı.

Alexandre Vallaury ise tarihi şahane yapısı ve sergi alanındaki beyaz, korunaklı duvarları sayesinde heykeller ile baş başa kalabileceğin, onları daha çok ortaya çıkaran bir mekan. Sessiz, seni hikayenin içine doğru sürüklüyor. Temsilcim Esra Sarıgedik Öktem ile bu binayı seçmemizin nedenlerinden biri buydu. Bir başka nedeni de ikimizin de mezun olduğu Mimar Sinan Üniversitesi’nin mimarının da Alexandre Vallaury olması idi.

Fotoğraf: Barış Acarlı

Heykel sanatının zorlukları neler?

Her şeyi zor. Ama zor olan güzel bence. Sana çok şey öğretir. Fikir bulmak yetmiyor maalesef. Nereye, nasıl yapacağını da bulman gerek. Mesela halka açık alana bir heykel yapacaksın. Güvenlikten, hava koşullarına kadar her şeyi düşünmen gerekir. Fırtınada devrilir mi? Yıldırım düşerse ne olur? Üstüne çocuklar tırmanırsa sorun olur mu? Yağmur yağdığında bir tarafında su birikir mi? Sağına soluna birileri çöp sıkıştırır mı? Vandalizme karşı nasıl koruyacaksın? Doğru ışığı nasıl alacak? Bunlar gibi onlarca sorunun cevabını bulman lazım. Bunların her biri bir maliyet. Ayrıca üretimden sonra lojistik de devreye giriyor. Dünyanın bir ucuna nasıl yollayacaksın mesela? Yerine nasıl konduracaksın? Nakliye, vinçler, depolama gibi. Maalesef sanatının yanında biraz da Excel kullanman gerekiyor.

Günümüzde takip ettiğiniz çizerler ve heykeltıraşlar var mı?

Var, binlerce. Sadece onlar da değil, tasarımcıları da takip ederim. Bir ürün yaratırken ortaya koyulan zeka bana çok keyif veriyor. Bu bir otomobil de olabilir, elbise askısı da. Ayrıca malzemecileri ve teknolojiyi de takip ederim. Yeni malzemeler, üretim teknikleri hikaye anlatırken çok yardımcı oluyor.

Üç Bin Yıllık Bekleyiş filminden Erdil Yaşaroğlu

‘BENİM DIŞIMDA SETTEKİ HERKESİN OSCAR’I VARDI’

Son olarak George Miller’ın yönetmenliğini üstlendiği “Üç Bin Yıllık Bekleyiş” filminde rol aldınız. Süreç nasıldı, teklif nasıl geldi?

Açıkçası oyunculuk hiç benim hayalim değildi ama çok güzel bir hayalmiş. George Miller, Tilda Swinton, Idris Elba, Nico Lathouris gibi sanatçılarla çalışmak inanılmaz keyifli ve öğretici bir süreçti.

Bir anlatıbilim profesörünü canlandırıyorum filmde. Önce George Miller bana kitaplar verdi anlatıbilim ve mitoloji üzerine. “Ne yapacağız?” dedim. “Oku bunları sonra tartışacağız seninle” dedi. Uzun süren tartışmalar ve provalar yaptık. Sonra Avustralya’da çekimlere gittim. Orası ayrı bir macera açıkçası. Benim dışımda setteki herkesin Oscar’ı vardı.

Oynadığım rol için casting ajansına iki sayfalık bir karakter dökümü gitmiş. Ezgi Baltaş da George Miller’a “Bu rol için tam istediğin gibi biri var ama oyuncu değil” diye benim görüntülerimi gönderiyor. Bir gün karikatür ve konuşmalarımdaki menajerim Gülsüm Akşit aradı, “Seni bir filmde oynatmak istiyorlar,” dedi. Ben de “Oyuncu değilim oynamam,” dedim. Ama “Dur yönetmeni duymadın, filmin yönetmeni George Miller ve seni istiyormuş,” dedi. Ben de yüzümde yayvan bir sırıtmayla “Ha, bizim Corç Millır mı?” dedim. Ne yapayım, adama daha ilk “Mad Max” filmini çektiğinden beri hayranım. Sonra da George Miller ile uzun bir toplantı yaptık. Bana storyboard’dan filmi sahne sahne anlattı. Nefis bir gündü açıkçası. O kadarı bile yeterdi bana. Ardından seçmelerde beni çok beğendiğini ve birlikte çalışmak istediğini söyledi. Ben de “sen bana inanıyorsan ben de çalışmaya inanıyorum. Çalışır yaparım” dedim ve başladık.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir